20. Yüzyıl Milliyetçiliğine dair 10 gerçek
6 mins read

20. Yüzyıl Milliyetçiliğine dair 10 gerçek

20. yy.’da milliyetçilik, her biri farklı ulusal bağlamlar tarafından şekillendirilen geniş bir siyasi ideolojiler yelpazesini temsil eden çatı bir kavram olarak görülür.

Milliyetçi hareketler, bağımsızlık için savaşan sömürgeleştirilmiş halkların birleşmesinde son derece etkili bir rol oynamıştı. Harap olmuş halklara, vatan bilinci aşıladı ve günümüze kadar devam eden pek çok çatışmalarında da çıkış noktası oldu.

Japonya, 1905’te deniz ticaretinde tekel olabilmek için Kore ve Mançurya bölgelerine erişim için mücadele ederken rakibi Rus İmparatorluğunu hezimete uğrattı. Çatışmanın Rusya ve Japonya’nın çok ötesine yayılan bir önemi vardı: savaş, tabi kılınan ve sömürgeleştirilen halklara, kendilerinin de emperyal tahakkümü yenebilecekleri umudunu aşıladı.

Birinci Dünya Savaşı, 20. yüzyıl milliyetçiliğinin biçimlendirici bir dönemiydi. Hatta savaş, bir Sırp milliyetçisinin 1914’te Avusturya-Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand’a suikast düzenlemesiyle milliyetçi temeller üzerinde yükselmişti.

Bu “topyekün savaş”, çatışmayı “ortak çıkar” doğrultusunda desteklemek için tüm yerli ve askeri nüfusu harekete geçirdi. Savaş aynı zamanda Orta ve Doğu Avrupa’nın Avusturya, Macaristan, Polonya ve Yugoslavya dahil olmak üzere daha küçük devletlere bölünmesiyle neticelendi.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Latin Amerika’da ekonomik milliyetçilik yükselişe geçti. I. Dünya Savaşı’na Latin Amerika’dan sadece Brezilya asker göndermişse de savaş, o zamana kadar Avrupa ve ABD’ye ihracat yapan birçok Latin Amerika ülkesinin ekonomisini felce uğrattı.

Latin Amerika ülkelerinin içinde bulundukları ekonomik buhran sırasında birçok lider, ABD ve Avrupa emperyalizminin sonucu olarak gördükleri ekonomik sorunlara, kendi tarifelerini yükselterek ve yabancı ithalatı kısıtlayarak milliyetçi çözümler aradı. Brezilya ayrıca vatandaşlarına iş sağlamak amacıyla göçü de kısıtladı.

Kuomintang veya Sun Yat-sen liderliğindeki Ulusal Halk Partisi, 1925’te Qing İmparatorluk Hanedanı’nı devirdi.

Birinci Çin-Japon Savaşı’nda Çin’in Sekiz Uluslu İttifak tarafından aşağılayıcı yenilgisinden bu yana milliyetçi duygular hızla yükselmeye başladı. Sun Yat-sen’in ideolojisi “Halkın Üç İlkesini” içeriyordu: milliyetçilik, demokrasi ve halkın geçimi.

20. yüzyılın başlarında Çin siyasi düşüncesinin temel taşı işte bu üç ilke oldu.

Türk Osmanlı yönetimi altında, 1911’de Genç Arap Cemiyeti adı verilen küçük bir Arap milliyetçisi grup kuruldu. Grup Arap milletini birleştirmeyi ve bağımsızlığını kazanmayı hedefliyordu. Birinci Dünya Savaşı boyunca İngilizler, Osmanlı’yı zayıflatmak için Arap milliyetçilerini destekledi.

Savaşın sonunda Osmanlı İmparatorluğu mağlup olunca, Avrupalı ​​güçler Suriye (1920) ve Ürdün (1921) gibi ülkeleri önce yaratıp sonra işgal ederek Orta Doğu’yu böldüler. Ancak Arap halkları bağımsızlıklarını Batı etkisi olmadan belirlemek arzusuna kapılıp, Arap çıkarlarını desteklemek ve işgalcileri ortadan kaldırmak için 1945’te Arap Birliği’ni kurdular. Fakat bu birlik de ancak kağıtta ve sözde kaldı.

Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist ideolojisi, 19. yüzyıl Alman milliyetçiliği üzerine inşa edilmiş ve Almanları devletle birleşen ortak çıkarları olan “Tek Halk” (Volksgemeinschaft) fikrinin arkasında birleştirmeyi büyük ölçüde başarmıştı.

Nazi milliyetçilik fikrinin temelinde, Polonya topraklarını ele geçirerek Almanların ihtiyaçlarına öncelik veren “oturma odası” anlamına gelen “Lebensraum” politikası vardı.

Yahudi milliyetçiliği veya Siyonizm, 19. yüzyılda Avrupalı ​​Yahudilerin kendi anavatanlarında yaşamak için Filistin’e taşınmasıyla ortaya çıktı.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Nazi dehşeti ve Avrupalı ​​Yahudilerin dağıtılmasının ardından, artan baskılar altında, İngiliz işgali altındaki Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulmasına karar verildi. İsrail Devleti resmen 1948’de kuruldu ve bugüne değin en sert milliyetçi ideolojiyi uyguladı.

Avrupa İmparatorlukları sömürge insan gücüne bağımlı hale geldikçe, İkinci Dünya Savaşı sırasında sömürge yönetimi değişti. Afrika’yı bir savaş alanı haline getirerek sömürgeleştirilmiş halklara daha fazla özgürlük tanıdılar. Milliyetçi siyasi partiler böylece 1950’lerde hemen hemen tüm Afrika kolonilerinde kendilerine yer buldular.

Bu milliyetçi hareketlerin birçoğu sömürgeciliğin mirası tarafından şekillendirildi ve milliyetçiliği alt-ulusal kabilelere ve etnik gruplara zorlayan keyfi sömürge toprak sınırlarını korudu. Milliyetçi liderlik aynı zamanda 1957’de bağımsız Gana’nın ilk cumhurbaşkanı olan Kwame Nkrumah gibi Batı eğitimi almış adamlardan da oluşması ironik bir durumdu.

Ulusal komünizm, Sovyet Avrupa’da bölücü bir kimlikle ortaya çıkmıştı. Komünist Yugoslavya’nın lideri Josef Tito, 1948’de milliyetçi olmakla suçlandı ve Yugoslavya’nın hızla SSCB’yle bağlantısı kesildi. Milliyetçilik aynı zamanda 1956’daki Macar ayaklanmasında ve 1980’lerde Polonya’daki komünist yönetime karşı siyasi muhalefete kapıyı açan dayanışma hareketinde de etkili bir faktör olmuştu.

1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından bağımsızlığını yeni kazanan ülkeler, kolektif kimliklerini yaratmaya veya yeniden kurmaya çalıştılar.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Yugoslavya, Hırvat Katoliklere, Ortodoks Sırplara ve Bosnalı Müslümanlara ev sahipliği yapıyordu ve bu gruplar arasındaki kitlesel milliyetçilik ve etnik düşmanlıklar kısa sürede yayıldı.

Sonuçta 6 yıl süren ve tahminen 200.000 ila 500.000 kişinin öldüğü bir çatışma ortaya çıktı. Birçoğu Sırp ve Hırvat güçleri tarafından etnik temizliğe maruz kalan Bosnalı Müslümanlardı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir